8 Mayıs 2009 Cuma

Cenazemden Sonra

Eşim uyandırdı. Saat gecenin üçü. Sayıklamışım. Bu ara çok yoruluyorsun dedi. Evet çok yoruluyorum. Hayatın sürat yaptığı bir dönemdeyim. Gazetede okudum; yoğun iş temposunu hafifletecek, yorgunluğa çare olacak bir yöntem yazıyordu dedi. Para tuzağı. Hem vaktim mi var değişik yöntemler uygulamaya.

Çok garip davranıyordum eşime. Nedensiz. Bu arada, gece lambasının loş ışığında, bir çift tedirgin gözü beni izlerken yakaladım. Ardından dikkatim, hareketlenmeye başlayan iki titrek dudağa kaydı; Neyin var? Tavana baktım; Karanlık. Dışarı baktım; Karanlık. Rüyamda ne gördüğümü düşündüm; Karanlık. Bu ara bir şeyden korkuyorum ama bu korkuya bir isim koyamıyorum dedim. Bana doğru uzanan ve yanaklarıma konan bir çift el, ardından sarfedilen kelimeler; hadi şimdi yatalım. İyice dinlen. Sabah iş yerini arar, izin alırsın. Doktora gideriz. Gerçi sen doktora gitmezsin ama.. Evet nefret ediyordum doktorlardan ve hastanelerden. Her huyumu, sevdiğim, nefret ettiğim herşeyi bilirdi. Güldüm. Ben gülünce eşimin gözündeki tedirginlik yok oldu. Titreyen dudaklar normale döndü. Seviyorum onu. Hemde çok. Öptüm alnından. Sokuldu yanıma en saf ancak en ürkek haliyle. Tekrar uyumaya çalıştık.

Güneş odayı aydınlatmaya başlıyordu. Uzun yıllar karanlıktan bu kadar korkmamıştım; gece lambası açık uyuyacak kadar.. Bu yüzden güneş bünyeme ilaç gibi geldi. Dar ve karanlık bir tünelden çıkmıştım sanki. Kalktığımda yatağımda değildim ama yatağa baktığımda kendimi görüyordum, yanımda da eşim. Garip. Bende herhangi bir kıpırtı yok. Normalde nasılda deli yatarım. Eşim hareketlenmeye başladı. Her sabah çalmaması için dua ettiğim alarm formundan hiçbir şey kaybetmemişçesine çığlık atıyor. Bir film izler gibi izliyordum kendimi ve karımı. Alarmla birlikte uyandı, her sabah olduğu gibi uyanmam için öptü beni. Ardından bir daha öptü. Kısık gözleri, gecenin sıcaklığında al al olmuş yanakları ve kendisine ayrı bir hava katan o salaş haliyle ne de güzel duruyordu. Öpücüklerine karşılık vermemem onda oyun oynuyormuşum hissi uyandırdı. Günler önce kaybettiği gülümsemesi, gül sepeti halinde belirmişti yüzünde. Ama biraz kısa sürdü. Sallamaya başladı beni. Tepki yok. Beyaz, yanaklarındaki kırmızıyı yavaş yavaş silip geçti. Sonunda nabzıma bakmak aklına geldi. Durmuş. Ölmüştüm.

Odamda, kefenin içinde, başım kıbleye dönük yatırmışlar vücudumu. Üstümde de bir çelik bıçak. Başıma iki komşu geldi. Binaya yeni taşındığımızdan çok içli dışlı değiliz. Daha birbirimizin balkonunda oturup da ülke kurtarma seviyesine gelmemiştik yani. Kefeni kaldırıp yüzüme baktılar. Sonra vah vah çok gençti diyip, sıkıcı bir kitabın kapağını kapatır gibi geri örttüler. Bir iki dua ve artık ben onlar için bitmiştim. Eşleri, teselli ve başsağlığı için yan odadaydılar. Akrabalarımızın gelmesini yani nöbet değişimini bekliyorlardı. Kocalarını da benim yanıma yolladılar. Başımda önce maç muhabbetleri yapmaya başladılar. Dedim ya; ben onlar için artık bitmiştim. Biri hakeme, biri futbolculara yüklendi. Biraz tartıştılar. Ardından ekonomideki yanlışlara değindiler. Böyle giderse kriz olabilirmiş. Keşke paraları dövize yatırsaydım. Eşim rahat ederdi. Son olarak da konu ister istemez siyasete geldi. Ülke iyice çözümü güç sorunlara gömülmüş. Ama şükürler olsun ki ülkeyi kurtarmayı başardılar. Balkonda yapamadığımız sohbeti, beş dakikada yapmıştık. Ben biraz dışında kalsam da..

Her gelen eşime sarılıyor ve sarıldığı anda ağlamaya başlıyordu. Hemen hemen hiçbiri, kapıdan olayın ehemmiyetini kavrayabilmiş şekilde girmiyordu; suratlarında duygusuz bir ifade, gözlerde ne yöne bakacağını şaşırmışlık ve öne eğik bir kafa.. Bu şaşkınlık, eşime doğru yaklaşıldıkça ve eşimin bulunduğu odadaki bulutlu hava fark edildikçe kayboluyordu. İşte o an, gözlerdeki kuraklık bahar yağmurlarını andıran gözyaşlarıyla ıslanıyordu; Şiddetli ancak kısa..

Kardeşim girdi yerde uzandığım odaya. Müsaade istedi komşulardan. Dışarı çıktılar. Kardeşimin gözleri şişmişti. Haberi duyduğundan beri ağlıyor sanırım. Belli ki gözyaşları bahar yağmuru gibi sahte değil, aksine esaslı bir fırtına. Ancak kendini sıktığını görüyordum. Ellerini yumruk yapmış, ağlamamaya çalışıyor. Ölünün ruhu daha kolay çıkar diye açılan balkona çıktı. Sigara çıkardı. Yere çöktü ve kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Ağlarken, kelimeler cızırtılı çıkıyordu ağzından: " Lütfen kalk! Hadi sinirlen bana. Al elimden sigarayı. İçme şu zıkkımı de". Sessizlik. Biraz duruldu. Bana değil de gökyüzüne bakıyordu. Sabah güneşi, yıllardır kesmesi için dil döktüğüm saçlarını, sokaklarda beraber oynadığımız günlerdeki rengine boyamıştı; sapsarı.. Tekrar bir şeyler söylemeye başladı. Biraz sitemliydi bu sefer; sağ ol ya dedi ve devam etti; " Hadi annemi babamı anlıyorum da, sen niye gittin ki şimdi. Bak pazar günü yıllardır beklediğim konserde çalacağız. Bu işi yaparken hep ailemin benimle gurur duymasını istedim. Önce babam göçtü bu dünyadan, sonra annem ve şimdide sen. Kim gurur duyacak şimdi benimle". Ben zaten hep gurur duydum seninle. Keşke söylediklerimi duyabilseydi. Bateriyi güzel çalardı kerata. Yıllarca az kafamı şişirmedi evde. Yavaş yavaş çıktı odadan. Umarım unutmaz beni.. Kapı zili hiç çalmadığı kadar sık çalıyordu kardeşim odadan çıkarken. Sıra akrabalardaydı.

Yıllarca sadece bayramdan bayrama gördüklerim, iş dolayısıyla görüştüklerim, hiç iletişim kurmayıp sadece yolda rastladıklarım.. Bunlar akraba kelimesinin mecazi anlamlarıydı benim için. Birde gerçek anlamı vardı; sık sık görüşülen, hal hatır sorulan, iyi günlerin yanında kötü günlerde de yan yana olunan akrabalar.. Şimdi ise evde oluşan sistematik düzenin içinde mecaz ve gerçek yan yana. Evin kapısında beliren önce salona giriyor, eşe dosta ölümümün nasıl gerçekleştiğini sorduktan sonra bulunduğum odaya girip dua ediyor. Birlikte yaşanmış anılar anlatılıyor ve oturma odasına, eşimin yanına geçiliyor. Her gelen daha çok ağlatıyor eşimi ve kardeşimi. Durulan gözyaşları kapıdan girenin benim nazarımdaki ehemmiyetine göre az veya çok akmaya başlıyor. Ancak eve veda vakti. Belediyenin ölü görmeye alışmış, adeta onlarla dans eden, dinamik cenaze arabası şoförü gelmişti. Kendisi gibi dinamik üç kişi istiyordu yanına. Hemen bulundu. Birisinin eskidiği için verdiği takım elbisesini giymiş badem bıyıklı şoför ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı. Biten duanın ardından taşınmaya başlandım. Ağlaşmaların, dövünmelerin ve çığlıkların şiddeti vücudum kapıya yaklaştıkça daha çok arttı. Tabuta konulup, arabaya bindirildiğimde ise bütün mahalle eşimin acısına ortak olmuştu.


İnsanın içini ısıtan güneş, birden yağmura çevirmişti. Eve gelen herkes sırılsıklamdı. Çoraplara sokulmuş paçalar, sıvanmış kollar ve çamur içindeki ayakkabılar; mezarlıktan dönenlerin çoğunda görülen manzara böyleydi. Evde kalan bayanlar ise bir yandan helva yaparken bir yandan da günlük hayatlarına geri dönmeye çalışıyorlardı. Dedikodular, eşlerinin işleri ve çocuklarının eğitimleriydi konuştukları. Erkekler sırayla elini yüzünü yıkarken kapıyı köşedeki kebapçının küçük oğlu çaldı. Yemek söylenmiş herkese. Kapıyı açan kuzenim, elindeki poşetlerin çokluğu sebebiyle ağzı kulaklarına varan çocuğa parasını verdi. Onlarca kişiyi ağlatırken, veledi güldürmeyi başarmıştım. Belki de yanılıyorumdur. Yemek yenildikten sonra ufak ufak gülüşmeler, kahkalar kendini göstermeye başladı evin salonunda. Akrabalar kümelenmiş bir şekilde oturuyor, bana karşı olan vazifelerini bitirdiklerinden olsa gerek türlü türlü konularda konuşuyorlardı. Kimi siyasetten kimi çocuğunun gireceği sınavdan kimide yan komşusundan... Ben onlar için de bitmiştim..

Herkes yavaş yavaş ayrıldı evden. Aile protokolü gereği önce büyükler sonra ortancalar ve ardından küçükler son kez başsağlığı dileyip çıktılar evden. Sessizlik. Eşim, kardeşim ve onun eşi kalmıştı evde. Eşim bir gün önce giydiğim gömleğimi eline almış kokluyordu. İlk tanıştığımız yıllarda da, yanında olamayacağım zaman, ona aldığım bir oyuncak hayvana kokumu sıkar, ben yokken bunu kokla, bununla uyu derdim. Ne çabuk geçmişti zaman. Ancak bir konuda hep kavga ederdik. O sade ve çok para kazanmadığımız bir hayat isterdi. Ben ise önemsenmek ve iyi bir makama gelmek isterdim. Eşim galip geldi bu kavganın sonunda.

Güneş benim olmadığım bir dünyaya doğmuştu. Apartmanın kapıcısı her sabahki gibi ekmek ve gazetenin bulunduğu poşeti kapının koluna astı. Ölünün ayakkabıları kapının önüne koyulur âdetine bizimkiler de uymuştu. Kapıcı önce ayakkabılara, sonra poşette ters duran gazetenin sürmanşetine baktı; " ÜNLÜ BATERİSTİN ACI GÜNÜ, KENENİN SON KURBANI ÜNLÜ BATERİSTİN ABİSİ OLDU." İlk defa önemsenmiştim ama ünlü bateristin abisi olarak..

Murat Anar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

şukela... pek güzel oldu prafo...