6 Haziran 2016 Pazartesi

İsyankar Draje Çıktı



Haziran 2016 - Sayı: 22
İsyankâr Draje

Kapak: Giuseppe Manunta - Studio Rodeo 

http://drajedergi.com/

5 Eylül 2009 Cumartesi

FABRIKART 2009

Bu yüzyılda 1900’lerden 1970’lere kadar Sanat inanılmaz bir hızda ilerlemişti. Gerçeklikle alakalı Temsil Krizi yaşanmış başka bir gerçek aranmış. Bugüne kadar sunulması kabul edilemeyen ve tamamen dışlanmış olan sunulmaya başlanmış ve farklı bir sanat anlayışı ortaya çıkmıştı. En sonunda Sanatçının ve Sanatın sonunun geldiği ilan edilmiş. Yaratıcı aklın ve çalışkan ellerin devrinin başladığı, estetiğin tümüyle reddedildiği ve sanatın kavramsal boyutlara ulaşıp sanatçının atını sınırsızlığa sürdüğü dönem başlamıştı.



Biliyorum, bu yazılanların “Aşık Draje” ile ne ilgisi var bize niye böyle şey anlatıyorsun diye soranlar var. Ama inanın bu yazının aşkla bir şekilde ilgisi var.



Dünya sanat tarihinin 70 sonrasında nereye doğru gittiğini kestirmek gerçekten zor hele ki bir de işin içine Jean Baudrillar’ın bahsettiği gibi Toplumların Tarihsel Süreç Farklılıklarını hesaba katmıyorsan. Özellikle Türkiye gibi uzun süre boyunca Avrupa’nın yaşadığı sanatsal ve toplumsal süreçler üzerinden kendisine yol haritası çizen ülkelerde Sanatın gidişatı çok önemli. Bunun nedeni bizim ülkemizin muazzam boyutlarda Çağdaş Sanatın ve sanatçının aradığı kaynaklara sahip olması.

Ülkemizde de Çağdaş Sanatlar üzerine birçok şey yapılıp, düşünülüyor. Ancak bütün bu organizasyonların neredeyse hepsi İstanbul üzerinden dönüyor, ilginçtir bunların pek çoğu Anadolu üzerinden aldığı bütün malzemeyi yüksek paralarla düzenlenmiş, milyon dolarlarla süslenmiş binalarda sunuyor, tüm duyuları orayla çerçeveliyorlar.Ve sanatı İstanbul’a yada Batı’ya ait bir şeymiş gibi ortaya koyuyorlar.

Ancak bütün bu sermaye ve İstanbul odaklı sözde Sanat organizasyonlarının dışında Anadolu’da bir şeyler oluyor, bilmem haberiniz var mı?

İşte size Anadolu’da yapılan, Türkiye’nin en önemli Çağdaş Sanatlar Festivallerinden



“FABRİKARTGRUP”



2006 yılından bu yana çağdaş sanatlar alanında ortak üretim için bir araya gelen Fabrikartgrup, 2008 yılında kurumsal kimliğini Kapadokya Çağdaş Sanatlar Derneği’ni kurmuştur. Bu sayede yerel bir inisiyatif tavrından evrensel üretimlere yeni bir kapı açılmıştır. Anadolu’nun kasabasında başlayıp dört yıldır çağdaş sanatlar alanında üretim veren ve uluslar arası projelere imza atan Fabrikartgrup; düzenlenen festivallerin çıktısı olarak bölgeye Çağdaş Sanatlar Müzesi kurma hayallerine emin adımlarla ilerlemektedir. Kapadokya merkezli kurulan grup ilerleyen yıllarda farklı illerde de aynı hedefi amaçlamaktadır. Fabrikartgrup, çağdaş sanatlar alanında üretim veren Nazile ARDA , Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir Sibel PAYYU, Ali CANLAR, Gülhan SARI ve Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir Kaan SARI’ dan oluşmaktadır.

Fabrikart’ın 2009 yılında ki konusu ise;



US VE SU



Yanlış kullandığımız iki önemli kaynağımız. Bunun sebebi sonucunda kendi hayatlarımızdan önce birçok canlı türünün yok olma tehlikesi – hatta yok olması- sonucunda yine insanın kendine zararı en minimalize düşünen sözde büyük güçlü ülkeler. Gezegenimizin büyük çoğunluğunu kaplayan bu yaşam kaynağının son günlerde tükendiği ya da kullanılmaz hale geldiği için daha bir sık anar olduk. Ancak ülkemizde sadece yaz aylarında yaygaracı bir üslupla anılan suyu, yine sadece barajlardan ibaret olduğunu düşündürülmeye devam ediyoruz. Özellikle birçok yabancı firmanın günümüzde hazır su üreten tesisleri satın almasından sonra birçok şehrimizde de suda arsenik oranın normalin üzerinde olması ne garip değil mi? Uzun yıllar boyunca körfezlerimizin sadece sanayicilere peşkeş çekilmesi ve günümüzde sadece anılarda kalan plaj hikâyelerini şimdi annemizden babamızdan duymamız ne acı. Sözde gelişmiş şehirlerimizin dev fabrikalarının yanına kurmadıkları arıtma tesislerinin cezasını ırmakların ve dolayısıyla bizlerin yaşamlarımızla bedel ödemesi kadar daha üzücü ne olabilir? Dünyamızın hem denizleri hem de iç suları büyük tehlike altındadır. Fabrikartgrup Çağdaş Sanatlar Festivali bu hassas konuyu ikinci kez, 4. Festivalinde temasını çevrebilimle ilgili bir açılımla gerçekleştirecektir. 10 resim, 10 fotoğraf, 5 yerleştirme, 10 kısa film ve tema ile ilgili belgesel film sanatçısının katılacağı festival bu yıl 1 Eylül 2009 – 7 Eylül 2009 tarihleri arasında yapılacaktır.



Fabrikart’ı takip etmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu yıl yapılan festivalde ben ve benim gibi iki arkadaşın daha Asistanlık yapacağını da belirtip yazıyı noktalamak istiyorum.



Ayrıca daha fazla bilgi için: http://www.fabrikartgrup.org/

emrealettinkeskin

1 Haziran 2009 Pazartesi

EN DELİYE 1 TRİLYON VERİYORUZ!

Başlık cezbedici değil mi? Hepiniz bir anda deli olsam da 1 trilyona sahip olma şansım olsa dediniz... Dediniz dediniz biliyorum. Halbuki birçok kişi var evladı deli olup da 1 trilyon verebilecek onun akıllanması için.

Aslında delilik bir bakıma özgürlük eğer sahip çıkanın varsa ilerleyen zamanlarında. Ne yaparsan yap gösterilen tolerans akıllıya gösterilenden daha çok deliye. Biz demez miyiz ''Delidir, ne yapsa yeridir'' diye. Yolda yürürken ensene gelen ani bir tokatın karşılığı, tokatı atan deliye ''ya sabır'' deyip geçmek; deli değilse o tokatın on mislini o kişinin suratına atmak...

Delirmek de zanaat bakmayınız siz, kimi aşkından, kimi kininden, kimi hırsından... Birçok şekilde delirebilir insan yaşadıklarından etkilenip. Delirmeden önce biz yardımcı oluruz delirmesine zaten. İflas etmiş adama hep eski şatafatlı halini, eski sevgilisini veya eşini, kin tutup da unutmaya çalıştığı kişiyi hatırlatıp durmaz mıyız? Ben senin dostunum ayağına yatıp haline üzülüyorum demek maksatlı. Delirttikten sonra da onunla uğraşmayı en çok biz severiz, zaaflarıyla oynamayı. Tanımayanlara onu tanıtıp ''Eskiden çok akıllı adamdı.'' deyip halimize şükretmek için bir de ibretlik bir örnek bulundurmayı.

Bir de deliye sormak lazım ''Sen akıllıları nasıl görüyorsun?'' diye. Belki de ''Ne akıllısı kardeşim, aranızda akıllı göremiyorum ben.'' diyecektir. Neden hep deliyle uğraştıp delirtenle uğraşmadığımızı sorarsa ne cevap vereceğiz bilmiyorum ama çok şükür bunu soracak kadar akıllı bir deli tanımıyoruz. Yoksa beğenmediğin delinin senden akıllı olmasından rahatsız olup sen delirebilirsin.

Denesek 1 günlüğüne deli olabilmeyi hiçbir koşullanma olmadan mesela, çok zorlanırız. Ama deseler ki ''1 gün deli gibi davran, sana araba alacağım.'' Tercih sebebi olabilir delilik, cazip gelebilir. ''Ne de olsa 1 gün dersin.'' İşte dostum menfaatin için deli olabiliyorsan sen de pek akıllı değilsin.

Mehmet Baysal

The alarm

Özgür Güneş

8 Mayıs 2009 Cuma

Canın Sağ Olsun

Yazmışlar, şiirleştirmişler, bestelemişler, resmetmişler. Hepsinin bir derdi varmış. Derdini dökmüş anlatmışta anlatmış. Yetmemiş devamını da anlatmaya soyunmuş ikincinin başlığının yanına roma rakamıyla 2 yazarak. Bazısı başlık dahi atmamışta biz başlıklara alıştık bulması kolay olsun diye sonradan gelmiş başlığı derleyen toparlayan tarafından. Başlık atana da yar etmemişler o başlıkları bazen. Yine mi çiçek demiş şair, adı Madam Despina kalmış. Ara ki bul ondan sonra. Ama arayanının da bulanında derdi aynıymış. Nasıl yorumladığı neler hissettiğiymiş bakarken, dinlerken, okurken, resmederken...

Herkesin bir derdi var. Herkes kendine göre bir dert buluyor dertsiz başına. Derdi olunca önemli insan zannettirecek ya çevresine kendisini. O da takılıyor bir yerlere eninde sonunda takıntılı olup çıkıyor bilimsel olarak. Ama asıl var olan insanın tutunma çabası oluyor. Bir yerlerden tutunuyor. Bu fani dünyada o tuttuğu dalla ayakta kalmaya çalışıyor. Biri nazım oluyor şiirlerini okuyup isyan ettiriyor, biri yunus oluyor okudukça insanlığı öğretiyor. Bazısı Orhan oluyor. Basitliğin kudretine tapıyor. Basitlikte buluyor kendine göre dengeyi. Asıl öğreti bu aslında. o bulduğu dal her halükarda uçurumun kenarında kendini zar zor tutmaya çalışan, aşağıdan bakıldığında imrenilen, yukarıdan bakıldığında küçümsenen bir kök oluyor ama tutanın hayattaki gayesi olmaktan kendini alıkoyamıyor. Onun da bir derdi oluyor sonrasında. Ya Che gibi markalaşıyor ister istemez. Ya ata gibi yol gösterici oluyor...

Kısacık bir hayat verdiğimiz savaş. Sorduğumuz sorular. Kısacık bir hayatı çözümleme çabası. Yarın sabaha çıkacağı belli olmayan milyonlarca insanın saçma sapan bir uğraşı bir bakıma. Ya da Orhan Veli’ye göre öyle de Shakspeare’in derinlikleri bambaşka. Ama aslı hayatın içinde saklı. Geçmişe özenenlere inat zamanını yaşamayı bilen. Savaşını sadece "an" için verenlere bir ödülü olmalı bu hayatın. Gerisi fasarya...

Ufuk Aynur

Kaçak Yazı

Bir odada hapis kaçak spazmlarda midemden boğazıma kadar karıncalanıyor içim… Bastırılmış çığlıklar koleksiyonu bu: orman yangınlarından arta kalan ağaçlar gibi için için yanan öfke bu hâlâ tüten toz duman kasvet. Alamadığım tüm nefeslerin ağırlığı soluk borumu yakan ve haykırılmamış her şeyin birikimi boğazımdaki o koca düğüm. Kabullenmek zorunda olduklarım kovalar ardımdan sanki koşmakla kurtulacakmış gibi ruhum; boşa kürek çekmek büyütür o siniri içimde dalga dalga patlayan. Hemen yan odadadır kaçtığım her şey, aslında bağırmaktır isteğim, tüm köprüleri yıkmak; yapı taşlarından sarmak, aleve vermek beni bağlayan her şeyi; gemileri yakıp gitmektir istediğim; kaçmak değil aslında. Bunları yapamamaktır beni susturup bir evin bir odasında saklanmak zorunda bırakan. Odalarda kaçak spazmların dokusu budur işte: damarlarında cıva dolaşır insanın sanki varlığı buza keser cildin altında; oysa avuçları içinde büyüyen bir ateşi biriktirir kendinden bile habersiz… Üşüdüğüm için battaniye ararım o zaman ve serinlesin diye içim aralanmış bir camdan sarkarım nefes nefese!

Işıklar sığınağına açılır bu pencereler… Hava kaç derece olursa olsun, battaniyemi atıp omuzlarıma, araladığım bu pencereden, ışıklar sığınağına kaçışlarım beni yenileyen; bu ışıltılı kaçamak ve iyot kokusu… Şöyle parmaklarımın ucunda yükselip, açıp kollarımı bırakıversem kendimi boşluğa… Dünyaya göre hafif kalırım çok hafif, ağrımaz o zaman omuzlarım… Artık kanada mı dönüşür pelerin mi olur bilmem omzumdaki tek ağırlık kalan o battaniye, gecenin içinde süzülürken tek yoldaşım olur; o zaman kanatmış pelerinmiş umurumda bile olmaz… Alnıma vuran serinlik kendime getirir beni, bir şey de düşünmem… Hiç düşünmeden ağlarım o zaman yalnız… Soğuktan donunca damlalar kristal olurlar; ışık oyunları dökülür yanaklarımdan; şehrin sokaklarına çarptığı yerde tuzla buz olur benden çözülüp gidenler… Herkes de tılsım zanneder, gülerim o zaman çok gülerim, kuşlar da güler beni görünce, hem yalnız da hissetmem kuşlar da gülerse. Ve bağırırım avaz avaz hem de, çığlık çığlığa… Gökdelenlere çarpıp yankılanır sesim, istediğimden de çok bağırmış olurum böylece susmak zorunda kaldığım her şeyi… Hafiflerim. Dönüp geldiğimde yorgun da olmam artık, her yanımı ağrıtan tüm o ağırlıklardan kurtulmuş olurum, iyot kokarım o zaman sigara değil, dipdiri dönerim geriye, yorgunluğumdan arınmış biçimde…

Tabii yorulmam o zaman ben uçmadım ki battaniye uçurdu beni, bir şeyi de ben taşımadım sonunda, başkası beni taşıdı…


Ece Naz İlkin

Cenazemden Sonra

Eşim uyandırdı. Saat gecenin üçü. Sayıklamışım. Bu ara çok yoruluyorsun dedi. Evet çok yoruluyorum. Hayatın sürat yaptığı bir dönemdeyim. Gazetede okudum; yoğun iş temposunu hafifletecek, yorgunluğa çare olacak bir yöntem yazıyordu dedi. Para tuzağı. Hem vaktim mi var değişik yöntemler uygulamaya.

Çok garip davranıyordum eşime. Nedensiz. Bu arada, gece lambasının loş ışığında, bir çift tedirgin gözü beni izlerken yakaladım. Ardından dikkatim, hareketlenmeye başlayan iki titrek dudağa kaydı; Neyin var? Tavana baktım; Karanlık. Dışarı baktım; Karanlık. Rüyamda ne gördüğümü düşündüm; Karanlık. Bu ara bir şeyden korkuyorum ama bu korkuya bir isim koyamıyorum dedim. Bana doğru uzanan ve yanaklarıma konan bir çift el, ardından sarfedilen kelimeler; hadi şimdi yatalım. İyice dinlen. Sabah iş yerini arar, izin alırsın. Doktora gideriz. Gerçi sen doktora gitmezsin ama.. Evet nefret ediyordum doktorlardan ve hastanelerden. Her huyumu, sevdiğim, nefret ettiğim herşeyi bilirdi. Güldüm. Ben gülünce eşimin gözündeki tedirginlik yok oldu. Titreyen dudaklar normale döndü. Seviyorum onu. Hemde çok. Öptüm alnından. Sokuldu yanıma en saf ancak en ürkek haliyle. Tekrar uyumaya çalıştık.

Güneş odayı aydınlatmaya başlıyordu. Uzun yıllar karanlıktan bu kadar korkmamıştım; gece lambası açık uyuyacak kadar.. Bu yüzden güneş bünyeme ilaç gibi geldi. Dar ve karanlık bir tünelden çıkmıştım sanki. Kalktığımda yatağımda değildim ama yatağa baktığımda kendimi görüyordum, yanımda da eşim. Garip. Bende herhangi bir kıpırtı yok. Normalde nasılda deli yatarım. Eşim hareketlenmeye başladı. Her sabah çalmaması için dua ettiğim alarm formundan hiçbir şey kaybetmemişçesine çığlık atıyor. Bir film izler gibi izliyordum kendimi ve karımı. Alarmla birlikte uyandı, her sabah olduğu gibi uyanmam için öptü beni. Ardından bir daha öptü. Kısık gözleri, gecenin sıcaklığında al al olmuş yanakları ve kendisine ayrı bir hava katan o salaş haliyle ne de güzel duruyordu. Öpücüklerine karşılık vermemem onda oyun oynuyormuşum hissi uyandırdı. Günler önce kaybettiği gülümsemesi, gül sepeti halinde belirmişti yüzünde. Ama biraz kısa sürdü. Sallamaya başladı beni. Tepki yok. Beyaz, yanaklarındaki kırmızıyı yavaş yavaş silip geçti. Sonunda nabzıma bakmak aklına geldi. Durmuş. Ölmüştüm.

Odamda, kefenin içinde, başım kıbleye dönük yatırmışlar vücudumu. Üstümde de bir çelik bıçak. Başıma iki komşu geldi. Binaya yeni taşındığımızdan çok içli dışlı değiliz. Daha birbirimizin balkonunda oturup da ülke kurtarma seviyesine gelmemiştik yani. Kefeni kaldırıp yüzüme baktılar. Sonra vah vah çok gençti diyip, sıkıcı bir kitabın kapağını kapatır gibi geri örttüler. Bir iki dua ve artık ben onlar için bitmiştim. Eşleri, teselli ve başsağlığı için yan odadaydılar. Akrabalarımızın gelmesini yani nöbet değişimini bekliyorlardı. Kocalarını da benim yanıma yolladılar. Başımda önce maç muhabbetleri yapmaya başladılar. Dedim ya; ben onlar için artık bitmiştim. Biri hakeme, biri futbolculara yüklendi. Biraz tartıştılar. Ardından ekonomideki yanlışlara değindiler. Böyle giderse kriz olabilirmiş. Keşke paraları dövize yatırsaydım. Eşim rahat ederdi. Son olarak da konu ister istemez siyasete geldi. Ülke iyice çözümü güç sorunlara gömülmüş. Ama şükürler olsun ki ülkeyi kurtarmayı başardılar. Balkonda yapamadığımız sohbeti, beş dakikada yapmıştık. Ben biraz dışında kalsam da..

Her gelen eşime sarılıyor ve sarıldığı anda ağlamaya başlıyordu. Hemen hemen hiçbiri, kapıdan olayın ehemmiyetini kavrayabilmiş şekilde girmiyordu; suratlarında duygusuz bir ifade, gözlerde ne yöne bakacağını şaşırmışlık ve öne eğik bir kafa.. Bu şaşkınlık, eşime doğru yaklaşıldıkça ve eşimin bulunduğu odadaki bulutlu hava fark edildikçe kayboluyordu. İşte o an, gözlerdeki kuraklık bahar yağmurlarını andıran gözyaşlarıyla ıslanıyordu; Şiddetli ancak kısa..

Kardeşim girdi yerde uzandığım odaya. Müsaade istedi komşulardan. Dışarı çıktılar. Kardeşimin gözleri şişmişti. Haberi duyduğundan beri ağlıyor sanırım. Belli ki gözyaşları bahar yağmuru gibi sahte değil, aksine esaslı bir fırtına. Ancak kendini sıktığını görüyordum. Ellerini yumruk yapmış, ağlamamaya çalışıyor. Ölünün ruhu daha kolay çıkar diye açılan balkona çıktı. Sigara çıkardı. Yere çöktü ve kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Ağlarken, kelimeler cızırtılı çıkıyordu ağzından: " Lütfen kalk! Hadi sinirlen bana. Al elimden sigarayı. İçme şu zıkkımı de". Sessizlik. Biraz duruldu. Bana değil de gökyüzüne bakıyordu. Sabah güneşi, yıllardır kesmesi için dil döktüğüm saçlarını, sokaklarda beraber oynadığımız günlerdeki rengine boyamıştı; sapsarı.. Tekrar bir şeyler söylemeye başladı. Biraz sitemliydi bu sefer; sağ ol ya dedi ve devam etti; " Hadi annemi babamı anlıyorum da, sen niye gittin ki şimdi. Bak pazar günü yıllardır beklediğim konserde çalacağız. Bu işi yaparken hep ailemin benimle gurur duymasını istedim. Önce babam göçtü bu dünyadan, sonra annem ve şimdide sen. Kim gurur duyacak şimdi benimle". Ben zaten hep gurur duydum seninle. Keşke söylediklerimi duyabilseydi. Bateriyi güzel çalardı kerata. Yıllarca az kafamı şişirmedi evde. Yavaş yavaş çıktı odadan. Umarım unutmaz beni.. Kapı zili hiç çalmadığı kadar sık çalıyordu kardeşim odadan çıkarken. Sıra akrabalardaydı.

Yıllarca sadece bayramdan bayrama gördüklerim, iş dolayısıyla görüştüklerim, hiç iletişim kurmayıp sadece yolda rastladıklarım.. Bunlar akraba kelimesinin mecazi anlamlarıydı benim için. Birde gerçek anlamı vardı; sık sık görüşülen, hal hatır sorulan, iyi günlerin yanında kötü günlerde de yan yana olunan akrabalar.. Şimdi ise evde oluşan sistematik düzenin içinde mecaz ve gerçek yan yana. Evin kapısında beliren önce salona giriyor, eşe dosta ölümümün nasıl gerçekleştiğini sorduktan sonra bulunduğum odaya girip dua ediyor. Birlikte yaşanmış anılar anlatılıyor ve oturma odasına, eşimin yanına geçiliyor. Her gelen daha çok ağlatıyor eşimi ve kardeşimi. Durulan gözyaşları kapıdan girenin benim nazarımdaki ehemmiyetine göre az veya çok akmaya başlıyor. Ancak eve veda vakti. Belediyenin ölü görmeye alışmış, adeta onlarla dans eden, dinamik cenaze arabası şoförü gelmişti. Kendisi gibi dinamik üç kişi istiyordu yanına. Hemen bulundu. Birisinin eskidiği için verdiği takım elbisesini giymiş badem bıyıklı şoför ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı. Biten duanın ardından taşınmaya başlandım. Ağlaşmaların, dövünmelerin ve çığlıkların şiddeti vücudum kapıya yaklaştıkça daha çok arttı. Tabuta konulup, arabaya bindirildiğimde ise bütün mahalle eşimin acısına ortak olmuştu.


İnsanın içini ısıtan güneş, birden yağmura çevirmişti. Eve gelen herkes sırılsıklamdı. Çoraplara sokulmuş paçalar, sıvanmış kollar ve çamur içindeki ayakkabılar; mezarlıktan dönenlerin çoğunda görülen manzara böyleydi. Evde kalan bayanlar ise bir yandan helva yaparken bir yandan da günlük hayatlarına geri dönmeye çalışıyorlardı. Dedikodular, eşlerinin işleri ve çocuklarının eğitimleriydi konuştukları. Erkekler sırayla elini yüzünü yıkarken kapıyı köşedeki kebapçının küçük oğlu çaldı. Yemek söylenmiş herkese. Kapıyı açan kuzenim, elindeki poşetlerin çokluğu sebebiyle ağzı kulaklarına varan çocuğa parasını verdi. Onlarca kişiyi ağlatırken, veledi güldürmeyi başarmıştım. Belki de yanılıyorumdur. Yemek yenildikten sonra ufak ufak gülüşmeler, kahkalar kendini göstermeye başladı evin salonunda. Akrabalar kümelenmiş bir şekilde oturuyor, bana karşı olan vazifelerini bitirdiklerinden olsa gerek türlü türlü konularda konuşuyorlardı. Kimi siyasetten kimi çocuğunun gireceği sınavdan kimide yan komşusundan... Ben onlar için de bitmiştim..

Herkes yavaş yavaş ayrıldı evden. Aile protokolü gereği önce büyükler sonra ortancalar ve ardından küçükler son kez başsağlığı dileyip çıktılar evden. Sessizlik. Eşim, kardeşim ve onun eşi kalmıştı evde. Eşim bir gün önce giydiğim gömleğimi eline almış kokluyordu. İlk tanıştığımız yıllarda da, yanında olamayacağım zaman, ona aldığım bir oyuncak hayvana kokumu sıkar, ben yokken bunu kokla, bununla uyu derdim. Ne çabuk geçmişti zaman. Ancak bir konuda hep kavga ederdik. O sade ve çok para kazanmadığımız bir hayat isterdi. Ben ise önemsenmek ve iyi bir makama gelmek isterdim. Eşim galip geldi bu kavganın sonunda.

Güneş benim olmadığım bir dünyaya doğmuştu. Apartmanın kapıcısı her sabahki gibi ekmek ve gazetenin bulunduğu poşeti kapının koluna astı. Ölünün ayakkabıları kapının önüne koyulur âdetine bizimkiler de uymuştu. Kapıcı önce ayakkabılara, sonra poşette ters duran gazetenin sürmanşetine baktı; " ÜNLÜ BATERİSTİN ACI GÜNÜ, KENENİN SON KURBANI ÜNLÜ BATERİSTİN ABİSİ OLDU." İlk defa önemsenmiştim ama ünlü bateristin abisi olarak..

Murat Anar

Halimi anlama çabalarım-I

İnsanlarız, birer birer her birimizin mayasında sevgi var. An olur bir gönülden taşar iki sevgi ve karışır, ne yaptığını unutursun ve nedenlerini. Hayatın soyut bir şiir yazar gibi bilinçaltından gelen kelimelerle kurduğun cümlelerdir. Böyle zamanlarda takip ettiğin mantığın değil seni peşinden sürükleyen gölgelerdir. Günlerin neyin doğru neyin yanlış olduğunu sormaktan korkarak geçer. En kötüsü gecelerin, kendine kalışların, tüm iradeni yıpratır. Bozulur, “kimi zaman dolan kimi zaman sükûnet içinde konuşan” iki gözün sıcak cereyanında, bozulur verdiğin tüm anlam yaşadığın hayata. Ardından az uyumak gelir sorular yırtar perdesini uykuların, çok olduğun anlarda dahi yalnızlıklar büyütürsün. Geçmişe sadakatin ve yeninin heyecanı seni cendereye alır, çırpınırsın, sırtüstü uzanırken baktığı yeri görmeyen gözlerinde dillendirmekten utandığın hayallerin kurulur. Gözlerini kapattığın anda başrolleri kendin dağıttığın ve senaryosunu yazdığın, galasına bir tek sen’in davetli olduğu bir filmdir başlar.

Vicdan diyorum sonra ya vicdan... Öyle bir hal ki bu ruhun ızdırabını çektiği, kimsenin bilmediğinden kendini sorumlu tuttuğun anlar, sakladıkların köşe bucak kendinden bile, kuramadığın,kurduğunu hissederken korkulara kapıldığın cümleler..
Issız yürürken sokakları bir müzik dudağına takılır o müziğe takılır aklın, aklına bir gönle sığdırmaya çalıştıkların takılır, cenderesinde sıkıştığın pişmanlıkların, iradenin dağılışı, gölgelerin peşinden gidişin, ne istediğini bilmeyişin, soruların, yitirdiğin duyguların, yitirmek üzere oldukların, yitirmekten korktukların, üstü kapanan toz tutan tozu alınası yanların.

Büyük yangınlarından arta kalan külleri savuran rüzgârların vardır, yüzüne gözüne bulaşır külleri. Uzak olmak belki çözer düğümleri, ya da yakın olmak. Olabilmesi elinde olmak. Elinde olandan uzak, olmayana yakın olmak. Gizlemek dilleri ve sesi ve kelimeleri. Anlaşılmamak için elinden geleni yapıp hissedilmeyi bekleyen bir şiir gibi. Oyuncak dükkânı değil ki bir çocuğun kaybolduğu içinde, bir tanesini seçmeye mecbur bırakıldığı maddi gerekçelerle, bu başka bu farklı bu tüm diğerlerinden diğeri… İstemek değil bu istemek bilmeden ne istediğini…
En azından zamanın ne getireceğini kestirebilsek güzel olurdu. Susturmalı, tek rayda sağa mı sola mı diyen bir treni. Bu belki.

Metehan AKKAYA
17.12.2008 / 01.53

1 Nisan 2009 Çarşamba



Deniz Ada İncesağır / 2. Sınıf / Babamdan büyük akrep olur mu?

22 Mart 2009 Pazar

Okuduğumuzu anladık mı?




(foto:"the little riding hood")

***

Yıllar boyunca pastel resimlerle dolu o hayat bilgisi kitabında yer alan okuma parçalarının ardından bize sorulan o malum, alaycı soru: "Okudunuğunuzu anladınız mı?... ve bu soruyla büyüyen bir çocukluk geliyor aklıma...

Okuduğumuzu anlamadıysak bu bizim birer kaskafa olduğumuz anlamına mı gelir?
Kabul etmek gerek ki alaycı, küçümseyen bir hava yaratıyor bu soru zihinlerde. Özellikle Gelişme çağında, hayata herşeyi merak eden iki gözle bakarken bu sorunun anlatmak istedikleri es geçiliyor... Belki de uzun süreler okuduğumuzu anlamadık. Ne var ki "çocukluk hikayeleri"nin gerçek hayattaki uyarlamalarını göz ardı etmek mümkün değil. Hayat, adeta okuduklarımızı bize sonradan anlatıyor... Nasıl mı?

***

Uyku öncesi ebeveynlerimizden dinlediğimiz masalların o kadar da masum, gerçek hayattan o kadar da uzak olmadığını fark ediyor insan. 'Yeni-yetme kırmızı başlıklı kız'daki "kırmızı" nın cinsellik dürtülerini, avcı'nın babayı, anne'nin süper-ego'yu, kurdunsa erkekleri temsil ettiği anlaşılıyor.


***

Tüm çocukluğumun 18. yy yarı-pornografik öykülerden günümüze törpülenmiş masallarla bezenmiş olduğunu öğrenmek, beni açıkcası bilinçaltımdaki bu ve buna benzer mayınların korkusuna sardırdı. "the little riding hood" : kırmızı başlıklı kız, namı diğer argo çevirisiyle: orta malı, bize bir resmin göründüğünden ne kadar da uyaran ve haberci olabileceğini anlatıyor.
***
Alis'in Harikalar Diyarı'na gitmesinin tek sebebi, sapık düşünceli bir matematik profesörünün, çalıştığı üniversitenin dekanın küçük kızı hakkındaki fantazilerini gerçekleştirmesi uğrunaymış. Profesör böylelikle saplantısını örtülü bir dille anlatabilmiş tüm dünyaya. Dekanın küçük kızı Alis, sözde harikalar diyarının hakkında yazılan bir fantazi ortamından başka birşey olmadığını anladığında henüz 21 yaşındaydı... Okuduğunu anlayınca geriye onun için tek bir şey yapmak kalmış. Hayatına bir son vermek... Zira alis hep hocasının ona yazdığı hikayelerle uyurmuş.Öyle görünüyor ki Alis, belki de hiç bir zaman "harikalar diyarı"na gidemeyecek...
Eminim bunları okuduktan sonra en yakın sahafa gidip, "alis harikalar diyarında" adlı kitabı alıp, defalarca ballandırılarak anlatılmasına rağmen dayandığı tarihçeyi göz önünde bulundurarak yeniden okumak isteyeceksiniz. Çevirisi yerine orjinal metni denemenizi tavsiye ederim...




Ne yazık ki bunlarla da bitmiyor cocukluğumuzda bilinçaltımızda saklanan gerçekler... Pamuk prenses ve yedi cüceler, yakışıklı bir prensin öperek uyandırdığı güzel bir kızın hikayesinin aksine, evli bir adamın tecavüz ederek uyandırdığı sokak kadınının öyküsünden başka bir şey değilmiş. hansel ve gretel, kül kedisi... Ve daha bir çok ünlü hikayenin ardında yatan bambaşka bir tarihçe varmış. Bize anlatılmak istenenler önemli bir "ikaz"mış. gerçek hayata dair bir uyarının ilk uyarlamasıymış...

Peki hayat sürekli ters-yüz eden bir zeka oyunu mu? Okuduğumuzu anlamak mı önemli olan? Yoksa okuduğumuzu yazanların kol gezdiği bir dünyaya alışabilmek mi?
***

baştaki resme bir daha bakıyorum da... Sanırım daha resimlerden ve hikayelerden öğrenecek ve anlayacak çok şeyimiz var...


korcan atalay

10 Mart 2009 Salı

Yasak Draje der ki;

Bruno Amadio bir simgeydi. Onu duvarımıza asarak halimize şükrettik. Tramvayla Kabataş’a gitmek istersin gülemezsin, atarsın kendini sokağa. Ama içinde bir tilki Engin’in James Joyce’dan daha iyi olduğunda hemfikirdi. Meltem Naz Kaşo bütün teneffüslerde koridorlarda koşmuş. Bir röportajında Gandhi yere yuvarlanmış ve tüm film boyunca Stanley Kubrick tarafından senaryolaştırılmıştır. Otomatik Portakal’ın efsanevi baş karakterini canlandıran Malcolm McDowell hep bir şeylerle uğraşmış. Öğretmeni ona çok kızmış. Mayıs ayının ilk pazarını takip eden günlerde Hammurabiyi ya da koyunu satın alırsa bu berberin elleri kesilir. Al Pacino ve Russell Crow’un oynuyor olmasına rağmen Tuzla Tersanesi’nde 24 saatlik 2 Mart’a veda törenleri yapılması mümkün... Bu da daha fazla insan ve tabi ki yeni sözleşmeler demektir. Yatay ve dikey düzlemde sigara içmek kural dışı olmaksa, kız kıza giden vapurda çocuk aldırmak koruma altında. Meyla, insanoğlunu büyük bir vicdan rahatsızlığıyla baş başa bırakır. Aile büyükleri çatık kaşlarıyla antika misali, sandıklar içinde umutla kendilerini diyetisyene atarlar. Gelin içgüdülerimizle hareket edelim. Tümüyle donanmış, karmaşık düzendeki bir yaşamın yasaklama kararında emeği geçen herkese Sevil Öztatlı’dan “Adına da derler seks” parçası eşliğinde moleküller yazardım ama kesin YASAKtır...

Ps: Yasak Draje bünyesindeki metinlerden kolajdır.

8 Mart 2009 Pazar

Draje Blog amacı

Draje Dergi okunduktan sonra ay içinde takip edilebilecek bir uzantımız olsun istedik ve Draje Blog'u açtık.
Elimize geçen ve dergi içinde yer alamayan metin ve görsel öğeler sürekli olarak Draje Blog'da yayınlanacak ve ay içinde sürekli güncellemeler devam edecek. Böylece okuyucularımız ayda bir değil her gün yeni verilere ulaşabilecek.

Draje Dergi açıldı!



Draje Dergi yayımlandi!
Draje, online kolektif bir genclik dergisi olarak Mart sayisi ile
www.drajedergi.com
adresinden ziyaret edilebilir! Nisan sayisi "olaganustu" konsepti hakkinda drajedergi@gmail.com adresinden bize ulasabilirsiniz.

facebook grubumuza katilip etkinlik ve organizasyonlarimizi takip edebilirsiniz. Okuyun, eglenin, tavsiye edin!

Draje Dergi Ekibi